28 Kasım 2007 Çarşamba

İYİLİĞİ EMİR ve KÖTÜ İŞLERDEN NEHİY

İyilik, dinin emrettiği; kötülük, dinin yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve Sünnet'e uygun düşen şeye iyilik; Allah'ın razı olmadığı, haram ve günah olan şeye de kötülük denilir.
Emredilmesi veya yasaklandırılması gereken şeyler nelerdir? Hiç şüphesiz ki bir kimse kendi düşüncesinin doğru olduğunu söyleyip, başkalarının da ona uymasını isteyemez. Buna hiç kimsenin hakkı yok.
O halde yapılması veya yapılmaması istenilen işler kişisel değildir. Uyulması istenilen Allah'ın emirleridir. Yapılmaması istenilen de yine Allah'ın yasak ettiği işlerdir. Daha açık bir ifadeyle iyilikten maksat Allah'a itaat, kötülükten maksat da Allah'a isyandır.
Şüphesiz, değerler için sağlıklı bir ölçü koymak ve iyilikle kötülüğe sağlıklı bir tanım getirmek için Allah'ın kitabı
Şimdi, üst kattakiler, bunu serbest bırakırlarsa hem kendileri hem de onlar mahvolacaklardır. Ancak ona mani olsalar, hem kendileri hem de diğerleri helak olmaktan kurtulacaklardır.
Aslında bu hadis, güzel bir benzetme ile insanlık cemiyetinde birlikte yaşayan iyilerle kötülerin durumunu anlatıyor. Olayı zihinde canlandırıyor. Şöyle ki:
İslâm insanları yüce Allah'a eriştirmek ve ebedî saadete kavuşturmak maksadıyla Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmiş bir gemi gibidir. Bütün insanların bu gemide belli yerleri vardır. Bunlardan biri kalkıp da kötü işleriyle gemiyi delmeye başlayınca, diğerleri o kimseyi uyarıp kendisini ve diğer insanları bu kötü işin neticesinden kurtarmaları gerekir. Yoksa güzel ahlâkı yok edilen ve huzuru kaçırılan bir cemi-yette, kimse kendisini emniyette göremez. Her aklı başında olan insanın, cemiyette yayılmaya başlayan kötü işleri ve gidişi durdurması ve önüne geçilmesi gerekir.
Şunu katiyetle bilmemiz gerekir ki bizi ilgilendirmediğini sandığımız için, yapılmasına göz yumduğumuz bir kötülük, gün gelecek, mutlaka bize de zarar verecektir.
İYİLİĞİ EMRETMEK, KÖTÜLÜĞE MANİ OLMAK
Hak Teâlâ, gözümüzle gördüğümüz ve aklımızla sırrını çözmeye çalıştığımız şu uçsuz bucaksız kâinatı, İnsanların emrine tahsis etmiştir. Bu kâinatın sonsuz nimetleri de Allah'ın rızâsına uygun olarak, insan neslinin istifadesine sunulmuştur. Hz. Âdem (a.s) ile başlayan Allah'ın yer-
yüzündeki halifeliği, Hz. İsa'nın âhir zamanda yeryüzüne inmesiyle sona erer. Şu halde dünya üzerinde insanların görevi ve sorumluluğu büyüktür. Nitekim Hak Teâlâ,
"Rabb'in meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim"2 emriyle kâinatın sevk ve idare işini sadece insanlara vermiştir. Yeryüzünde Allah'ın halifesi olma şerefiyle yaratılan insan, önce nefsine sonra da bütün insanlığa iyiliğin ve faziletin faydalarını, kötülüğün de zararlarını anlatmak ve tebliğ etmekle görevlendirilmiştir.
Gerçek müminler, yararlı işleri yaparak, birbirlerine gerçeği ve sabırlı olmayı tavsiye ederler. Zira Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetinde de müminlerin bu özelliğine işaret edilmektedir:
"Sizden, İyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan sakındıran bir cemaat olsun, işte başarıya erişenler yalnız onlardır."3
Birbirlerine hayrı, iyiliği, doğruluğu ve fazileti anlatan fertlerin meydana getirdikleri toplumun temeli de o nisbette sağlam olacaktır. Bu özelliği kazanmış bir toplum, bünyesinde kötülüğü, zulmü, haksızlığı ve gayri meşru hareketlerin hiçbirini yaşatmayacaktır.
"İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve düşmanlıkta yardımlaşmayın..." 4 âyet-i kerîmesi de bunu teyit etmektedir. Diğer bir âyette ise şöyle buy-rulmaktadır.
"Mümin erkekler de mümin kadınlar da birbirinin velileridir (dostları ve yardımcıları). Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."5
Müminin yapısı, aynen mümin ümmetin yapısı gibidir; birlik, dayanışma, yardımlaşma yapısı. Fakat bu dayanışma, iyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme alanında görülen bir dayanışmadır. O halde iyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme dostluğu, dayanışmayı ve yardımlaşmayı gerektirir.
Müminler bu dostluk ile iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya, Allah'ın sözünü ve dinini yüceltme hedefine doğru yönelirler.
Müminlerin namaz kılmaları, onları Allah'a bağlayan bağdır. Zekât vermeleri de müslüman toplumu birbirine bağlayan, dostluğun ve dayanışmanın hem maddî hem de manevî şeklini gerçekleştiren bir görevdir.
Allah'a ve peygamberine itaat etmeleri, Allah'ın emri ve peygamberinin emri dışında onların bir isteği, bir arzusu olmaz. Allah'ın ve peygamberinin dini dışında onların bir yolu, bir programı yoktur. Böylece onların programları birleşir, hedefleri bire indirilmiş olur, yolları birleşir. Dos-doğru hedefe ulaştırıcı olan yegâne yol, önlerinde çatallaşmaz, ayrı ayrı yollar ortaya çıkmaz.
5 Tevbe 9/71.
Allah'ın onlara rahmet ve merhamet etmesi, Allah'ın rahmeti, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan, namaz kılan ve zekât veren tüm fertleri kapsamına aldığı gibi, böyle iyi fertlerden oluşan cemaati, topluluğu da kuşatır.
Müminlerin iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama, namaz kılma ve zekât verme şeklinde sıralanan bu dört özelliği, münafıkların kötülüğü emretme, iyiliği yasaklama, Allah'ı unutma ve ellerini sıkı tutup cimrilik etme şeklinde sıralanan dört özelliğinin karşılığıdır. Yüce Allah'ın müminlere rahmet etmesi münafıklara ve kâfirlere lanet etmesinin karşılığıdır...
İYİLİĞİ EMİR, KÖTÜ İŞLERDEN SAKINDIRMAK FARZ BİR GÖREVDİR
İyiliği emir ve kötü işlerden sakındırma işi farzdır. Bu, dinimizde en önemli işlerden ve en büyük farzlardan biridir. Özürsüz bu vazifeyi bırakan bir şahıs ve cemiyet Allah katında mesul olur. Bütün peygamberler bu vazifeyi yerine getirmek için gönderilmiştir. Bu vazife terk veya ihmal edilirse din bozulur, edep ve hükümler zayi olur. Kur'.ân-ı Kerîm'de,
"İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir grup insan bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır"6 buyrulmaktadır.
Bu âyet-i kerîme, iyiliği emir ve kötü işlerden sakındır-ma işinin farz olduğunu göstermektedir. Ayrıca âyette kurtuluşun iyiliği emir ve kötü işlerden sakındırmaya bağlı olduğu da ifade edilmektedir.
6 Âl-i İmrân 3/104.
Fakat bu farz, farz-ı ayın olmayıp farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı bu vazifeyi yapmakla diğer müslümanlardan bu farz düşer. Ancak kimse bunu yapmazsa o zaman bütün müslümanlar günaha girer.
Her mümine, ilmi ve gücü nisbetinde, Allah'ın emirlerine uymayı ve kötülüklerden kaçınmayı başka müslümanlara öğütlemesi, âyet-i kerîme ile verilmiş bir vazifedir. Dolayısıyla iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, Allah'ın kitabına inanan müslümanlar için farz-ı kifâyedir.
Toplumun korunması İçin dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber de (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."7
Hadis-i şerifte beyan edildiği şekilde eliyle kötülüğü kaldırmaya gücü yeterse bu en güzeli olur. İkinci derecede diliyle engel olması, buna da gücü yetmediği takdirde kalbiyle yapılacağı bildiriliyor. Yani en azından bir müslümanın, kötülük yapandan nefret duygularıyla kaçınmasının gerekliliği bu hadisle öğrenmiş oluyor.
HAYIRLI ÜMMET
İslâm ümmeti, insanlar için en hayırlı topluluktur. Zira fertleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden
7 Müslim, İmân, 20; Tirmizî, Fiten, 11; İbn Mâce, Fiten, 20 (nr. 4013); Ah-med b.Hanbel, el-Müsned, 3/20; İbn Hibbân, es-Sahîh, nr. 307; Tebrîzî, Mişkâtü'l'Mesâbih, nr. 5137.
meydana gelir. Oysa diğer toplumlarda iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunu ve kendi meselesidir.
İyiliği emretmek, kötülüğü sakındırma görevi Peygamberimizin ümmetine verilmiş bir görevdir. Diğer ümmetlerden daha faziletli olmasının sebeplerinden biri de bu görevin kendilerine verilmiş olmasıdır. Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle açıklanmıştır:
"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız." 8
Görüldüğü gibi müminler, dünyadaki en hayırlı ümmet ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir toplumdur.
Aynı zamanda bu ümmet diğer insanlar için öncü ve önder olarak çıkarılmıştır. Bu yüzden müslüman cemaati kendi dışındaki insanlara herhangi bir konuda başvurması, danışması uygun görülmemiştir. Bu nedenle müslümanlar, kendi değerlerini bilmeleri gerekir. Zira onun görevi sürek-li önde bulunmak ve daima önderlik makamında olmaktır.
Evet, bu ümmet insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmettir. Bu hayırlı ümmetin, yükümlülükleri ve bu yükümlülüklerin ötesindeki zorluklar ve yolundaki dikenlerle beraber yükselmesidir. Bu, kötülüğü engellemek, iyiliği teşvik etmek ve toplumu fesat etkenlerinden korumaktır. Bütün bunlar zor ve meşakkatli İşler olmakla beraber sâlih bir toplum kurmak, korumak ve yüce Allah'ın dilediği hayat tarzını gerçekleştirmek için zaruridir.
BAŞKASINA İYİLİĞİ EMREDERKEN KENDİSİNİ UNUTMAK
İyiliği emreden kişi, kendi hakkında ciddi olması ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesi gerektiğini bilmesi gerekir.
İnsan, başkasına öğüt verirken kendini asla unutmamalı. Başkasına İyiliği emrettiği halde kendini unutan kişi, akıllı kabul edilmediği gibi akıllı olmaya davet edilir.
Başkalarına iyiliği emretmek, doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır. Oysa başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki bu davranış, aklı başında olanlar için bir çelişki teşkil eder.
Davetçi, kendi kendini sıkı sıkıya kontrol etmeli ve verdiği kararlara uymakta öncelikle kendisini sorumlu tutmalıdır. Hak Teâlâ, başkasına öğüt verirken kendisini unutan insanları şöyle uyarmaktadır:
"Kitabı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"9
"Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir."10
Hz. Peygamber de (s.a.v) bu konuda şu uyarıları yapar:
"İsrâ'ya götürüldüğüm (mi'raca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin ya-
9 Bakara 2/44. 10 Saf 61/2-3.
nından geçtim. 'Bunlar kimlerdir ey Cebrail?' dedim. Bana şu cevabı verdi:
Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve kitabı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?"11
"İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, 'Siz kimlersiniz?' diye sorulur, şu cevabı verirler: Biz, insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz."12
"Kıyamet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır, şöyle derler:
'Ey filân, sen iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir kimse değil miydin' Şöyle der:
Evet, öyle idim. İyiliği emreder, fakat kendim işlemezdim. Kötülükten alıkoyar, ancak kendim işlerdim."13
"Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse, yüce Allah'ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır."14
"Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse, tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir."15
11 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/120; Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 3996; Bey- hakî, Şuabü'l-imân, nr. 4965; Tebrîzî, Mîşkâtü'l-Mesâbih, nr. 5149; İbnü'l- Mübârek, ez-Zühd, nr. 819.
12 Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 1/158.
13 Buhârî, Fiten, 17; Müslim, Zühd, 7 (nr. 2989); Ahmed b. Hanbel, el-Müs ned, 5/205; Tebrîzî, Mişkâtû'l-Mesâbih, nr. 5139.
14 Heysemî, Mecmau'z-Zevâîd, nr. 872.
15 Heysemî, Mecmau'z-Zevâîd, nr. 869.
Başkasına nasihat edip kendisi nasihat almayan kimse, akla ve mantığa aykırı bir işte bulunmuş olur. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir iş işledi-ği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir iş değildir.
Yapmadıklarını söyleyen, başkasına öğüt verip kendileri verdikleri öğütlere uymayan ve başkalarına doğru yolu gösterip kendileri o yoldan gitmeyenler, ancak kulların alayını ve Rab'lerinin gazabını üzerlerine çekerler.
HAYRA ÇAĞIRMA METODU
İyiliği emir ve kötülüğü menetme görevini yerine getiren kişi, dikkatli olması ve davet üslûbunu iyi bilmesi gerekir. Yapıcı olayım derken kırıcı olmamalıdır. Buna dikkat etmelidir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber'in (s.a.v) metot şeklini örnek almalıdır. Resûlullah'ın insanları hayra davet ederken uyguladığı metot, sevgi ve saygıya dayanan metodudur. Zira o bu metodu Kur'an'daki şu âyetin almıştı: "Hikmet ve güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et"16
İnsanlara rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v) görevini tebliğe başladığı dönemde, kötülükler siyah bulut gibi her tarafı kaplamıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) iman ve Kur'an nuru ile bu karanlığı dağıtarak, cehalet karanlığı ile yolunu kaybeden insanlara imanı, ibadeti, hakkı, adaleti, kardeşliği ve muhabbeti öğretip onları İslâm
16 Nahl 16/125; Tâhâ 20/43
dairesinin içine aldı. Kalplerini iman nuru ile nurlandırdığı ashabına, kötülüklere karşı mücadele usulünü de açıkladı.
Peygamberlerin yaşayışları, sözleri ve davet ettikleri şeylere uygun olmuş. Onları gören, onlara muhatap oian insanlar, henüz onların peygamberliğini bilmeden doğruluk ve dürüstlüklerini teslim etmişlerdir. Hz. Yusuf zindanda iken hapis arkadaşları ona,
"Şüphesiz biz seni iyilik ve ihsan sahiplerinden görüyoruz"17 diye müracaat ediyorlardı.
Aynı şekilde Şuayb (a.s) sözüyle olduğu kadar davra-nışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve davet ettiği şeyleri kendisi tümüyle yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu: "Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı dav-ranmak istemiyorum."18
Hz. Peygamber de (s.a.v), yirmi üç sene süren peygamberlik hayatı boyunca hiç kimse, onun karşısına çıkarak veya arkasından konuşarak, "Neden bize söylediklerini kendin de yapmıyorsun?" diyememiştir. Resûlullah'ın bu üstün vasfı, onun her yönüyle sözü dinlenir bir peygamber olarak tanınmasına sebep olmuştur. Hayatı boyunca ona sarsılmaz bir imanla bağlananlar, her şeyden çok, sözünün işe uygun olması yönüyle ona bağlanmışlardır.
Aynı şekilde insanları hak dine davetle, terbiye ve irşad ile meşgul olan kimse, bu işte Hz. Peygamber'e (s.a.v) uymalı ve onun açtığı çığırdan yürümelidir.
17 Yusuf 12/36.
18 Hûd 11/88.
Âlim Olmalı
Her şeyden önce, iyiliği emreden, kötülüklerden sakındıran kişi ilim sahibi olmalıdır, konu ile ilgili ahlâk ilmini iyi bilmeli ve bilmediklerini de öğrenmelidir.
İlim, iyilik nedir, nasıl kazanılır, İnsanlar iyiliğe nasıl çağırılır gibi konularda bilgi sahibi olması demektir.
Aynı şekilde iyiyi emretme, kötüyü menetme görevinde, telkin ve eğitim vardır. İnsanlara, neyin iyi, neyin kötü, hangi hareketlerin faydalı, hangilerinin zararlı olduğunu, dünyevî ve uhrevî sonuçları bakımından anlatarak, bunlara karşı kendilerini uyarmalı ve ikaz etmelidir.
İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yol açarlar.
Kötü işleri engelleyen ve ıslahla uğraşan kimsede ilim, ihlâs ve güzel ahlâk bulunmalıdır. İnsanda ilim olmayınca iyi ile kötüyü ayıramaz. İhlâslı ve güzel ahlâklı olmazsa kendisini incitene karşı kin besler, nefsi için kızar, haddi aşar, ihlâsı bozulur, zulüm yapar. Bu durumdaki insan Allah Teâlâ'yı unutur. Allah'ı unutunca da yaptıkları Hak için değil, nefsi için olur. Hayrı şerre dönüşür.
Görülüyor ki davetin neticeye ulaşabilmesi için davetçinin tebliğ ettiği esasları çok iyi bilerek hayatında yaşaması, güzel bir örnek teşkil etmesi mutlak bir zarurettir.
İyi Niyetli Olmalı
İyiliği yaymak ve kötülüğü ortadan kaldırmak doğrudan doğruya Allah rızâsı için olmalıdır. Bu işi Allah rızâsını kazanmak için yapmalıdır. Alîah hoşnutluğu nasıl kazanılır? Allah rızâsı nerededir? Bunu bilebilmek için de dinî bilgiye mutlaka ihtiyaç vardır. Dinî bilgiden mahrum olan kişi, Allah hoşnutluğunu nereden bilecektir. Dinî bilgi ve kültürden mahrum olan bir kimsenin Allah rızâsı için bir iş görmesi nasıl mümkün olabilir?
Dolayısıyla bunlar halka öğretilmeli ve tanıtılmalıdır. Bu gerçekler insanlara gösterilmeli ve bu emirler onlara iletilmelidir. Bu da şüphesiz ilmi ile amel eden âlim, faziletli, bilgili, kültürlü müminlerin halka öğretmeleri ve nasihatte bulunmalarıyla olur.
Din, sıcak bir ruh ve müdafaa edilen bir itikad olmaktan çıkarılıp, sanat ve ticaret haline getirilirse din adamları tehlikeli bir âfet olur. Bu tip din adamları, inanmadıkları şeyleri dilleriyle söylerler ve hayrı emrettikleri halde kendi-leri yapmazlar. İyiliğe çağırdıkları halde kendileri iyilikten kaçarlar. İlâhî kelâmın aslını değiştirip tahrif ederler. Allah'ın kesin hükümlerini birtakım menfaat ve arzulara göre tevil ederler. Dıştan ilâhî hükümlere uyar görünüp, diğer taraftan devlet adamlarını ve zenginleri memnun etmek için din hakikatleriyle bağdaşmayan fetvalar verirler.
Güzel Ahlâk Sahibi Olmalı
İslâm'a davet eden, başkalarına iyiliği emreden kişi, güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Şüphesiz İnsanın sahip olduğu şeyler içinde en değerli olanı, güzel ahlâktır. Güzel ahlâkın timsali ise Hz. Peygamber'dir. Onun gibi olmaya çalışmak, onun gibi yaşamak ve gayret etmek, sünnet üzere bir hayat sürmek, güzel ahlâk üzere olmak demektir. "Andolsun ki Resûlullah sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel örnektir."19
İşte o, Allah'ın seçtiği bir rehber olarak, hem sözleriyle ve hem de yaşayışıyla müslümanlara örnek olmuştur. İnsanlardan bir şeyi yapmalarını isteyince, önce kendisi bunun kat kat fazlasını yapmıştır. Herkesten fazla namaz kılmış, herkesten fazla oruç tutmuş ve herkesten fazla sa-daka vermiştir. Yasakladıklarından da daima uzak durmuş, hiçbir günaha bulaşmamıştır. Her türlü aşırılıktan kaçınmış, daima orta yolu izlemiştir. O çok merhametliydi, ama merhameti zaafa varmıyor, adaletten hiçbir şekilde ayrılmıyordu. Çok cömertti fakat müsrif ve savurgan değildi. İbadete çok önem veriyordu ama dünyayı da ihmal etmiyordu. Çok bağışlayıcıydı ancak tavizkâr değildi. Şefkatli ve yumuşak huyluydu ama gerektiğinde cephede tek başına bile direnebiliyordu...
İşte davetçi de onun hayatını iyi öğrenip onun gibi yaşamaya, yolunda gitmeye, sünnetini ihyaya, ahlâkı ile ahlâklanmaya çalışmalıdır ki insanlara etkili olup söz geçirebilsin.
Bir mümin de ahlakıyla örnek insan oldu mu, çevresindekileri hal diliyle durmadan İslâm'a çağırır. Onlara bir şeyler söylediğinde dili haline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder.
19 Ahzâb 33/21.
Sabırlı ve Halim Olmalı
Halkı kötü işlerden sakındıranların edeplerinden biri de sabırlı olup bu yolda karşılaşacağı acı ve sıkıntılara katlanmaşıdır. Bu konuda Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcı ve davetçinin halini beyan eder:
"Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenalıktan alıkoy, bu uğurda başına gelenlere sabret"20
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'den itibaren her devirde insanlığa kitaplar ve peygamberler gönderilmiştir. Bundan amaç ise insaniığı doğruya ve iyiye sevketmek, kö-tülükten ve kötü olandan sakındırmaktır. Her peygamber kendi kavmini uyarması, doğru yola çağırması, bu uğurda akıllara durgunluk veren eziyetlere katlanması onları eğitmek, olgun ve kâmil bir insan haline getirmek içindi.
Sonra, iyiliği emredip kötülükten sakındırarak hayra çağıranların bu meşakkatli yolda yürümeleri ve zorluklara güç yetirebilmeleri için kuvvetli bir imana sahip olmaları yanında sabırlı ve halîm olmaları kaçınılmazdır. Çünkü her türlü kötülük ve edepsizliklerle karşılaşacaklardır.
Bişr-i Hâfî (k.s), "İyiliği emretmek ve kötülükten menet-mek için eziyetlere sabretmek gerekir" demiştir.21
Ebû Bekir el-Ferrâ (k.s) şöyle demiştir:
"İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın şartları vardır. Bunlar, ilk önce kendi nefsinden başlamak, söyledi-
20 Lokman 31/17.
21 Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, 8/337.
ğini ve delillerini çok iyi bilmektir. Bir de bunu yaparken başa gelecek sıkıntılara sabretmektir."22
İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanamayan kimse, bu işte başarılı olamaz.
Emeli Kısa Olmalı
Halkı ıslahla uğraşan kimsenin dünya ile alakası az ve emeli kısa olmalıdır. Çünkü kalbi dünya endişesi, geçim derdi ve uzun yaşama arzusu ile dolu olan kimse, hayatı adına korkar, malı ve menfaati adına endişelenir, hakkı söyleyemez, hakikati göremez.
Büyüklerden biri her gün kasaptan evinde beslediği kedisine bir parça et alırdı. Bir gün kasapta kötü bir durum gördü. Önce eve gelip kediyi evden dışarı attı, sonra kasaba gitti, onu uyardı. Kasap, "Et isteyince beni böyle kötü işlerden sakındırmanın bir mânası ve faydası olmaz" deyin-ce, büyük zat da,
"Ben kediyi evimden çıkardım; artık senden et isteyecek bir sebebim kalmadı. Seni Allah için uyarıyorum, şu kötü işi terket" dedi.23
Yumuşak Olmalı
Zatın biri Halife Memnûn'a sert bir dille nasihat etmeye başladı. Memnun adama,
"Efendi, yavaş ol, biraz yumuşak konuş; zira Allah Teâlâ senden daha iyi bir kulu olan Hz. Musa'yı, benden da-
22 Sülemî, Tabakatü's-Sûfiyye, s. 508.
23 Gazâlî, İhya, 2/1241; Bursevî, Rûhu'l-Beyân, 2/215; 4/146.
ha kötü bir adam olan Firavun'a gönderdiği zaman ona yu-muşak söz söylemesini emretti." Âyette geçtiği gibi Allah Hz. Musa'ya ve kardeşi Hz. Harun'a,
"Ona (Firavun'a) yumuşak söyleyin, belki hatırlar veya korkar"24 buyurdu.25
Kişi, kötülüğe ve zulme mani olacağım derken onu daha da şedit hale getirmemeli. Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıdır. Kötü fiil ve hareket kimden gelirse gelsin gücü nisbetinde onu yok etmeye çalışmalıdır.
Zanna Göre Davranmamalı
Bu konuda zan ve tahminle hareket edilmez. Kötü iş kesin tesbit edilmeden, açıkça görülmeden bir müdahale yapılmaz, insan kınanmaz, suçlanmaz. Bu nedenle İslâm toplumunda İyiliğin emredilmesi, kötülüğün yasaklanmasında içtihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Ancak herkesin bildiği büyük küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir.
Büyük velîlerinden Ahmed-i Câmî (k.s) şöyle demiştir:
"Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda yerine zarar verir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saadetine vesile olayım derken, o kimsenin hatta kendinin felâketine sebep olmamalıdır."
Süfyân b. Uyeyne (rah) der ki: "İyiliği emir ve kötülükten sakındırma işi, hakkında bütün ümmetin ittifak ettiği
24 Tâhâ 20/44.
25 Gazâlî, İhya, 2/1242.
konularda olur; ümmetin ihtilâf ettiği konularda, yap veya yapma diye kimseye zorlamada bulunulmaz."26
Şefkatli ve Merhametli Olmalı
Bu mukaddes görev ifa olunurken daima şefkatli, merhametli fakat ikna edici olmak lâzımdır. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in bu ahlâkını şöyle övmüştür:
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandm. Eğer sert, kati kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri İçin Allah'tan af dile."27
Bu ahlâk, herkes için lâzımdır. Sadece günahkâr ve kâfirler için değil, İslâm'ı yaşamakta olan insanlar için de gereklidir. Zira kusuru düzeltmeye çalışırken muhatabı ezip onu rencide edecek sert ve kaba bir üslûp, tam aksi neticelere sebep olabilir. Çünkü böyle bir üslûpla yapılan İkazlarda insanlar, bazan anne babalarına karşı bile tahammülsüz olabilmektedir. Bu durumda başkalarına tahammüllü olmaları elbette daha zordur.
HAL DİLİYLE ÖRNEK OLMAK
Söz istediği kadar coşkulu, istediği kadar cazip ve edebî olsun, inanan bir gönülden, samimi bir kalpten çıkmadıkça donuk ve sönük olur, karşıdaki insana tesir edemez.
İnsan ağzından çıkan sözün canlı bir örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye iti-
26 Şa'rânî, Tenbîhü'I-Muğterrin, s. 405.
27 Âl-i İmrân 3/159.
mat eden de bulunmaz. Ancak içi ile dışı bir olduğu zaman, sözler parlak, kelimeler cazip olmasa da halkın imanı ve güveni temin edilebilir. Çünkü o zaman kelime ve sözler kuvvetini nağmelerden değil, bizzat hakikatlerden alır.
Sözün güzelliği parlak ve edebî olduğundan değil, sadakat ve samimiyetinden ötürüdür. Ancak bu takdirde söz, canlı bir enerji kaynağı haline gelir. Artık o, bizzat gerçeğin ifadesi olur.
Bir gerçeği ifade edebilmek için, söz ile hareket, akide ile ahlâk arasındaki uyumu sağlamakla imkân bulur. Bu da, sadakatle çalışmayı, O'ndan medet dilemeyi ve O'nun hidayet kaynağı olan hakikatlerden yardım istemeyi gerektirir.
Cenâb-ı Hak, sözle yapılan davete fiilen örnek olmayı emreder: "İnsanları Allah'a davet ve kendisi de sâlih amel/iyi davranış ve hareket eden ve, 'Ben şüphesiz müslümanlardanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?"28
Bu âyette, iyiliği emreden davetçide aranacak vasıfların en önemlileri bir araya getirilmiştir. Burada iyiliğe davet eden davetçi için sâlih amel, işinin sözüne uygun olmasıdır. "Ben şüphesiz müslümanlardanım" demesi ise, davetçinin kendini dinleyicilerden üstün ve ayrı görmemesi, on-larla kaynaşmış, kibir ve gurur gibi duygulara kapılmamış olmasıdır.
Örnek olmak, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma işleminin onsuz gerçekleşemeyeceği ve meyvesini veremeyeceği bir esasıdır. Çoğu zaman konuşmadan, sözden çok uygulamalar etkili olur. İyiliği emreden ve kötülükler-
28 Fussılet 41/33.
den sakındıran, nasihat eden kişiler, söylediklerine uymadıkları zaman, muhatabın fitneye düşmesine, davetçinin söylediklerinin doğruluğuna ikna olmamasına götürür. Hasan-ı Basrî şöyle der:
"İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat eî, sözlerinle değil. Nasihatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde kendi nefsinden başlar ve onu önce kendisi yapar. Bir kötülükten de sakındırmak istediğinde ondan önce kendisi sakınır."29
Hz. Ali (r.a) şöyle der: "Kim kendisini başkalarına bir önder olarak tayin ederse başkasına öğüt vermeden önce kendi kendisine öğüt versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatmadan önce davranışlarını o kurallara uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini düzelten, başkalarına öğüt verip başkalarını düzeltmeye çalışan kimseden daha çok saygıya lâyıktır."
Muhammed b. Vâsi (k,s) şöyle derdi: "Sözlerinden önce görüntüsünden etkilendiğin insanlarla dostluk kur."
Zünnûn-i Mısrî, "Güzel hal ve sıfatı sana bir şey anla-tanın meclisinde otur, sırf diliyle sana bir şeyler anlatanın meclisinde bulunma" diye uyarıda bulunmuştur.
Ondan önce, Hasan-ı Basrî de şöyle diyordu: "Sana amelleriyle hak ve hayrı anlatan kimseyle otur, fakat sırf kelimeleriyle hitap edenle oturma."30
29 Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'z-Zühd, s. 273; Abdülkadir-i Geylânî, Fethu'r-Rabbânî, s. 76.
30 Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'z-Zühd, s. 273; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü'l-Ku-lûb, 1/158, 175.
İbn Nüceyd de (k.s) şöyle derdi: "Kendisini görmüş olman seni terbiye etmiyor, hali de seni edebe sevketmiyorsa bil ki o kişinin kendisi henüz terbiye olmamıştır."31
Büyük velîlerden Yahya b. Muâz er-Râzî (k.s), "Bir kimse, hocasının hareket ve davranışlarından istifade edemiyorsa sözlerinden hiç istifade edemez" demiştir.32
31 Sülemî, Tabakatü's-Sûfiyye, s. 454; İbnü'l-Mülakkın, Tabakatü'l-Evliyâ, s. 108.
32 Şa'rânî, Tabakatü'l-Kübrâ, 1/81.

Hiç yorum yok: